Hikaye/Anlatı/Yorum
Her ne kadar, “Bana hikâye anlatma!..”; “Bana masal okuma!..”; “Geç bunları, bunlar hikâye, bana gerçeği anlat!...” şeklinde hemen her gün sokakta ve işyerimizde, hatta ailemizde sıkça duyduğumuz sözlerle itibar erozyonu yaşasa da, esasında bizim medeniyetimiz bir “kıssa medeniyeti”dir; bir başka ifadeyle “hikâye medeniyeti”… İster yazılı ister görsel olsun, insanlar hep hikâye peşinde adeta. Facebook ya da twitterda bir şey paylaşan, duyduğu bir hikâyeyi sanki herkese anlatmak istiyor gibi. Kendi kendine bir özçekim yapan biri de sanki kendi hikâyesini başkalarına anlatmak istiyor. Eskiden ise başta kahvehaneler olmak üzere pek çok uğrak mekânında özellikle erkeklerin birbirlerine anlattıkları şeyler “hikâye” değil de neydi? Mahalle aralarında, pencereden pencereye yöneltilen tonajı yüksek konuşmalar ve sohbetler; köylerde eskiden beri özellikle genç kız ve kadınların yaptığı çeşmebaşı sohbetleri vs… Bütün bunlar da kadınların birbirlerine anlattıkları hikâyeden başka bir şey mi?..
“Kimse beni anlamıyor”; “Annem, babam, ailem beni anlamak istemiyor”; “İnsanlar beni dinlemiyor/anlamıyor” gibi iletişim sorunları da temelde bir hikâye sorunudur. “Kimse beni anlamıyor” diyen biri esasında şunu haykırmıyor mu: “Kimse benim hikâyemi dinlemek istemiyor ya da kimse benim hikâyemi bilmiyor.” Ya yaşlanan insanlarımızın yakınmalarına ne diyelim? “Torunum beni ilkel buluyor”, “Torunuma göre benim anlattıklarım hurafeymiş…” Bu sevimli hikâye anlatıcılarımız şunu mu söylüyorlar: Bizim hikâyelerimizi torunlarımız dinlemiyor / dinlemek istemiyor… Esasında iletişimsizlik denen şey, insanların birbirlerinin hikâyesini dinlememesi ya da merak etmemesi değil de nedir?...