Kuşlar, Pıtraklar ve Tıraş Sandığı
Zübeyde Andıç, ayrıntıları yakalamadaki hassasiyetiyle, samimi ve duygulu anlatımıyla öykümüze yeni bir ses, yeni bir renk ve eda katan bir yazar olarak buluşuyor okurlarıyla.
Onun öykülerini okurken birlikte yolculuğa çıktığınız bir yol arkadaşınızın yol boyu anlattıklarını dinliyormuş gibi hissedersiniz kendinizi. Zaman zaman onun dünyasıyla kendi dünyanızın örtüştüğüne, kesiştiğine tanık olursunuz.
Kuşlar, Pıtraklar ve Tıraş Sandığı, size yol arkadaşı olacak bir kitap.
Arif Ay
Kuşlar, Pıtraklar ve Tıraş Sandığı, Zübeyde Andıç’ın ilk öykü kitabı. Andıç, öykülerini daha çok yaşadığımız hayatın somut gerçeklikleri üzerinden kuruyor. Bir yazarlık tutumu olarak beliren bu yaklaşımdaki içtenlik ve onu besleyen sahici dil, yalın ve sürükleyici anlatım, öyküleri daha bir bizden kılıyor.
Bir öğretmenin gözünden otistik bir çocuğun dünyasını sevgi ve şefkat ekseninde anlattığı kitabın ilk öyküsü “Siyah Gözlü Beyaz Güvercin” den başlayarak hemen hemen bütün öykülerinde hepimizin bir biçimde yaşadığı, tanık olduğu, kendi yaşadıklarıyla özdeşlik kurduğu hayatın içinden kesitler, sahneler sunuyor.
Yazarın, yaşadığımız bireysel, toplumsal ya da duygusal sorunlara -yaralanmalara, acılara, sevgisizliklere, hoyratlıklara, kıyıcılıklara- yaklaşırken yakaladığı kuşatıcı bakış, bize kelimelerin uyarıcı, iyileştirici ve farkındalık oluşturan gücünü bir kez daha duyumsatıyor.
Ali Karaçalı
Omzumda Biri
Toprağın altına girdiğinde dağılacağından, eriyeceğinden korktu. Yok olmaktan korktu aslında. Yok olmak bazı anlar hafif bir duygu gibi gelir çünkü insana. Aslında insanlık hep onun ağırlığı altında ezilir. Kaçışı yoktu. Yok olma duygusunun en hafifinden en ağırına bütün aşamalarını ruhunda hissetti. Öyle hissetti ki kemikleri çatırdadı göğsünün. Kafayı sıyırdım işte yalnızlıktan. Olacağı buydu, dedi.
Çok korktu. Bunca uzun bunca kısa; bunca anlam yüklü bunca anlamsız. Çok şaşırdı. Hayat karşısında ilk şaşkınlığıydı belki de. Annesi varken o nasıl uygun gördüyse öyle yaşamıştı.
Normali buydu. Hayat üzerinde çok düşünme delirir insan derdi annesi, yaşa sadece! O da düşünmezdi.
Dört Mevsim Gazozu
Segâh Gümüş’ün öyküleri o ünlü dizeyi anımsatıyor:
Yağmurun açtığı yaralar kapanmaz çocuklarda.
Kapanmamış o yaralar zamanla öyküye dönüşüyor. Günahla erdem arasında, yanılmakla yanılmamak arasında gidip gelen kadınlar, bize ruhlarının dehlizlerini açıyorlar. Bu dehlizlerde, acılar, anılar, kederler, istismarlar, günahlar, karanlık bakışlar, yalnızlıklar, memuriyetin hediyesi iç burkuntuları var. Kederlere, günahlara, acılara eşlik edense daima kısa cümlelerle örülmüş, şiirli, emek verilmiş bir dil… Okuru sarıp sarmalayan ve finale kadar taşıyan bir anlatım…
Yağmurun açtığı yaralar kapanmaz çocuklarda; öykü olur, acı olur, keder olur, okunur.
Abdullah Harmancı
Dilimizde, bir şeye ‘kadın eli değmesi’ şeklinde bir deyim var. Bu deyim estetiği, güzelleştirmeyi, inceliği, nezaketi… işaret eder. Segâh Gümüş’ün öykülerine de bu bağlamda bir hayli kadın eli değmiştir. Öyküleri böylesine başarılı anlatılan bu kadınlar, genellikle gerçekliğe yenilen romantik kadınlardır.
Şaban Sağlık
Çırak
Yunus Nadir Eraslan, Çırak’ta bize çocukluğumuzun iz bırakan dün-
yasından sesleniyor.
Öykülerinde genellikle günümüzün genel öykü eğiliminin dışında
bir çizgi izleyen Eraslan, henüz gerçek anlamda öyküsü yazılmamış
tanıdık bir mahalleye yöneltiyor bakışlarını ve oradan yaşantılara ses
veriyor. Evden, sokaktan, çarşıdan, esnaf dükkânından, dost mecli-
sinden el alan bu öyküler, mahallenin sokaklarında büyüyen bir ço-
cuğun, bir gencin yaşantısından kesitlerle ve sahici bir yaşanmışlık
duygusuyla veriliyor. Gerçek hayatla örtüşen bu anlatılar okuyucuda
otobiyografik öykü sanısını uyandırıyor.
Eraslan, bir çocuğun penceresinden anneyi, babayı, masalcı nineyi,
sakalı mis gibi kokan dedeyi, camideki müezzini, terziyi, berberi, çar-
şı esnafının muhabbetini, idealist genci, düzeni değiştirmek isteyen
dava peşindeki öğretmeni, ustayı ve çırağı anlatırken sakınmasız ve
içerden bir dil kullanıyor; perdelemiyor, örtmüyor, simgeselliğe baş-
vurmuyor. Bazen ironiye bazen gülmeceye kapı aralıyor. Kötünün
içindeki iyiyi gösterirken de, iyinin içindeki kötüyü gösterirken de
aynı duygu evreninden sesleniyor.
Eraslan, sahici bir dile yaslanıyor. İnandırıcılığını, samimiyetinden ve
doğallığından alıyor. Bir kahvede ya da bir dost meclisinde oturup
konuşur gibi yazıyor. Ölçülü biçili, ince işçilikle yontulup inceltilmiş
bir dille kurmuyor öykülerini; oldukça serazat ve hayatın içinden ses-
leniyor. Yer yer argoya da yer açan bu dil asla sıradanlaşmıyor.
Şiire ve masala göz kırptığı yerlerde Dedem Korkut’un sesi yankıla-
nır gibi oluyor.
Ali Karaçalı