Son Şam
Şam’da yürümek, tek başına, biteviye… Arz-ı zemin üzerinde tarihin katmanlarına temas ile… Şam’da yürümek, tarihi bir nefeste içine çeker gibi… Şam’da yürümek, doğu ile batı arasında daima gergin bir ipin üzerinde düşmeden yürümeye çalışmak gibi. Şam’da yürümek acılı bir kadını kucaklar gibi hüzünlere gark olarak… Şam’da yürümek, Dimeşkü’l-feyha: Güzel kokan (şehir) Dimeşk nitelemesine tezat burnunu kapatarak… Şam’da yürümek, orası sanki onca kutlu niyazın, mübarek insanın sakini olduğu yer değilmişçesine, kötülükle kuşatılmışların yüzlerine bakmadan gözlerini kapatarak… Şam’da yürümek, en kederli anınızda patlayıveren bir kahkaha gibi, apansız bir şaka gibi… Şam’da yürümek, karşına deniz çıkıverecekmiş sanarak, çölü bile bulamayarak… Şam’da yürümek Yunus Baba’nın “cümle alem birdir bize “ dizelerini mırıldanarak… Şam’da yürümek, Selahaddin’i, Nureddin’i, Sultan Baybars’ı, Abdülmelik bin Mervan’ı, Yavuz Selim Sultanı, Muallim-i sani Farabi’yi, Şeyhü’l-ekber İbn Arabi’yi, Takıyyüddin İbn Teymiyye’yi, Cevdet Said’i, Ramazan el-Buti’yi, Nureddin Itr’ı tefekkür ederek, bir koluna Ali Şeriati’yi diğer koluna Nizar Kabbani’yi alarak, Gassan Kenefani’yi rahmetle anarak… Şam’da yürümek, Emevilerin kurarken yıktıklarını, Moğollar’ın yıkarken kurduklarını ve Osmanlıların bulup sentezlediklerini görerek... Eyyübilerin, Zengilerin, bu beldeye hizmetle şereflendiklerini bilerek… Şam’da yürümek, yoklukla varlık arasında… Şam’da yürümek, hakikatle muamma…